Taner Kılıç v. Türkiye davası – Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi
OHAL döneminde başlatılan davalara ilişkin kritik tespitler
TANER KILIÇ v. TURKEY (No. 2) (No. 208/18)
102. … 9 Aralık 2019 tarihli tutuklama kararında yargıç, şu delilleri referans göstermiştir: Başvurucuya ait telefona şifreli mesajlaşma uygulaması ByLock’un indirildiğine ve bu uygulamanın kendisi tarafından kullanıldığına dair rapor; Zaman gazetesi gibi belirli yayınlara abonelikleri, başvuranın kız kardeşinin gazete editörüyle evli olması; çocuklarının FETÖ/PDY tarafından işletilen ve kanun hükmünde kararnamelerle kapatılan okullara devam etmesi; FETÖ/PDY ile bağlantılı olduğu iddia edilen Bank Asya’da açılan hesaplar…
104. Mevcut davada, yukarıda anılan Akgün davasından farklı olarak, söz konusu iletişim sisteminin kullanıldığı iddiası, başvurana yönelik şüphenin tek dayanağı değildir. Bununla birlikte, aşağıda belirtilen nedenlerle, Mahkeme, ilgili zaman diliminde yasal olan bir yayına abonelik; böyle bir yayının idarecisinin kız kardeşi ile evlilik ilişkisi ve çocuklarının söz konusu zamanda yasal olarak işletilen ancak daha sonra kanun hükmünde kararname ile kapatılan okullara devam etmesi gibi unsurların, başvuranın yasadışı bir örgüte mensup olduğunu gösteren bir delil bütünü olarak kabul edilemeyeceği kanaatindedir. Kabul edilmelidir ki, başvuranın mortgage kredisi başka bankada iken Bank Asya’da katilim hesabına sahip olmasının ekonomik gerekçeler doğrultusunda hareket etmediği anlamına geldiğine dair bilirkişi raporunun bulguları, ilk bakışta, başvuranın, bu hesabın, çocuklarının okul ücretlerinin ödenmesi için açıldığı ve bu hesabın kullanımında herhangi bir anormallik bulunmadığı yönündeki ifadeleriyle çelişecek nitelikte değildir. Mahkeme özellikle, başvuranın söz konusu bankadaki hesabı aracılığıyla – o tarihte aynı zamanda yasal bir bankaydı – yasadışı bir örgütün suç faaliyetlerini finanse etmeye yardımcı olduğuna dair en ufak bir kanıt bulunmadığını gözlemlemektedir.
105. AİHM, özellikle, ByLock kullanım iddiası dışında, başvuranın suçlandığı diğer eylemlerin, başvuranın söz konusu suçu işlediğine dair makul bir şüpheye yol açmayan tamamen dolaylı unsurlar olduğu kanaatindedir. Gerçekten de bunlar, iddia olunan suç şüphesini hâkli çıkaracak başka bir unsurun yokluğunda yasallık karinesinden yararlanan (yasallık karinesi koruması altında olan) fiillerdir. Bu nedenle, bir tutukluya karşı (tutuklama kararı için) kullanılan fiiller veya davranışlar, islendikleri anda suç teşkil etmiyorsa, makul şüphe teşkil edemez. Dosya içeriklerine inceledikten sonra, Mahkeme tutuklama kararının makuliyetini belirlemedeki anahtar unsurun Bylock kullanımı iddiası olduğu sonucuna varmıştır.
106. ByLock mesajlaşmasının iddia edilen kullanımına ilişkin olarak, Mahkeme, ilke olarak yalnızca şifreli bir iletişim programı indirme veya kullanma bulgusunun kendi başına, tarafsız bir gözlemciyi yasadışı veya suç teşkil eden bir faaliyetin söz konusu olduğuna ikna edebilecek bir unsur teşkil edemeyeceği sonucuna vardığı Akgün davasına işaret eder. ……
107. Ancak mevcut davada, başvuranın tutukluluk halinin devamını emreden ve tutukluluğunun uzatılmasına ilişkin kararlar, söz konusu iletişim sisteminin kullanımına ilişkin, örneğin değiş tokuş edilen mesajların içeriği veya bağlamı gibi hiçbir bilgi içermemektedir. Sonuç olarak Mahkeme, yukarıda anılan Akgün davasında vardığı sonuçtan ayrılmak için bir neden görmemektedir.
108. Ayrıca Mahkeme, dosyanın, başvuranın FETÖ/PDY örgütüne üye olma suçunu işlediği şüphesinde belirleyici unsurun Emniyet Müdürlüğü tarafından düzenlenen (ve Bylock programına) ilk bağlantının tarihini belirten “analiz sonucu” başlıklı özet belge olduğunu kaydeder. Ancak, bu rapor her şeyden önce yetkililerin hangi verilere dayanarak böyle bir sonuca vardığına dair kesin bir anlatım içermeyen ham bir rapordur. Bu nedenle belge, dayandığı temel verileri içermemekte ve bu verilerin nasıl oluşturulduğuna dair herhangi bir bilgi sağlamamaktadır. Ayrıca, müteakip birçok bilirkişi raporunun ilgili kişinin söz konusu e-posta sistemini hiçbir zaman indirmediğini veya kullanmadığını belirtmesine rağmen (bkz. yukarıdaki 15, 21, 22, 36 ve 42. paragraflar), ulusal mahkemeler bu gelişmeyi dikkate almamıştır.
In the case of Hamdi Akin Ipek v. Turkey, European Court of Human Rights delivered a staggering judgment that was among other things controversial with regard to principle of “Justice should not only be done but should manifestly and undoubtedly be seen to be done” (Lord Chief Justice Hewart, The King V. Sussex Justices; ECHR, Poppe v. The Netherlands, App. no. 32271/04), this is not the only problematic issue with the said judgment though.
Background of the case: The applicant Hamdi Akın İpek is a Turkish businessman, is one of the shareholders of Koza-Ipek group consisting of 18 companies including two tv channels, two newspapers and one radio channel. Over the groups broadcasting policy about “Gezi Park Protests (2013)” and particularly about 17-25 December 2013 corruption probe, and also for providing the opposition figures with a platform to express their opinions, the group was taken over by the Government over an Ankara Peace Criminal Judgeship’s order that was appointing trustees to all 18 group companies.
The said order based on an expert witness report alleging that there was reasonable suspicion of ongoing financial crimes within the group companies. The expert witness report was prepared by three people who were not in the official list of sworn expert witnesses, and handpicked by an Ankara prosecutor in charge of the investigation.
The president of the commission of experts was Ş.E.Ç was very controversial figure. And, among other issues he had been condemned to a custodial sentence for the offences of fraud and forgery however evaded from the sentence through the statute of limitations. Because while his appeal was waiting to be considered the statute of limitations expired.
Relevant Turkish law: According to Code of Criminal Procedures (‘CPC’), the experts shall be chosen from the list that is annually adopted and published the provincial judicial commissions. An expert, whose name is not listed, may be appointed only if the motive of this appointment is explained in the decision of the appointment (Art. 64).
According to arts. 24 and 69 of the same law, parties can ask the exclusion of a certain expert on the grounds that raise doubt concerning his impartiality.
According to Art. 223 § 9 of the CPC the decision to drop the case due to statute of limitation shall not be rendered where a decision of acquittal may be rendered promptly at that stage of the proceedings. And according to well-established case law of the Court of Cassation, the defendant can appeal the decision to drop the case due to statute of limitation if s/he believes the decision of acquittal is required.
Complaint: The applicant among other things complained that his Art. 6 of the Convention rights (right to a fair trial) had been violated, because he was subjected to the said take-over sanction over an expert witness report which was prepared by some-one who was once convicted for of fraud and forgery, and not fully exonerated. The applicant said, the domestic courts did not accept his appeals related to this issue.
The ECHR’s decision: The ECHR which constantly said “even appearances are of importance”, and “justice must not just be done but must be seen to be done”, did not see any problem of expert witness S.E.Ç’s past whose report played main role on taking over the applicant’s companies.
The Court said “As regards expert Ş.Ç., the magistrate examined the complaints against him and indicated that he had not been convicted of the acts complained of. Whatever the applicant may say, the fact that the Court of Cassation had found that the limitation period had expired without ruling on the merits could not constitute recognition of the factual nature of the acts complained of. Moreover, questioning the good character of an expert in the absence of a conviction could raise questions with regard to the presumption of innocence.”
Question: Who does want in his case an expert witness who was once sentenced for fraud and forgery and evaded from being a convicted felon due to statute of limitation?
In the sworn expert witness list of Ankara Provincial Judicial Commission, there are more than 1000 accountancy, tax and financial regulations experts. Having disregard of all those experts, and picking someone with a quite controversial past naturally calls the fairness of the proceedings into question.
In lieu of conclusion: Justice Lord Hodge said “An expert witness enjoys both privilege and also power. The expert’s specialist knowledge entitles him or her to give such opinion evidence which a lay witness may not. That is a privilege. The expert also has power. … With the power which an expert has to influence the decision of a fact-finding tribunal, whether judge or jury, goes responsibility. As some controversial cases have shown, the abuse by an expert of the power which he or she is given can cause serious harm and injustice.”
ECHR’s evaluation that the expert in question is innocent is might be accurate, but this evaluation does not discount the applicant’s overall complaint and questioning of the expert’s character. The expert’s past, when coupled with his nonexistence in the official sworn expert witnesses list, makes “appearance of the proceeding” not reassuring but shady. Therefore, whatever Strasbourg Court ruled, it fails to assure that justice manifestly and undoubtedly was done.
Avukat Ali Yıldız ve (Avustralya) Charles Sturt Üniversitesi Hukuk ve Adalet Merkezi doktora öğrencisi Leighann Spencer tarafından hazırlanan ‘Türkiye’de Mülkiyet Hakkının Erozyonu’ başlıklı rapor Platform Peace and Justice tarafından yayınlandı.
Rapor ayrıca SSRN aracılığıyla Stanford Law School (Law & Economics Research Paper Series), Indiana University Maurer School of Law (Private Law – Property eJournal) ve University of Amsterdam (Centre for the Study of European Contract Law) elektronik dergilerinde paylaşıldı.
Rapora göre, hukuka aykırı olarak müsadere edilen ya a el konulan mülkiyet haklarının değeri en az 32 milyar Dolar.
Rapordan başlıklar şöyle:
DERNEKLER: OHAL KHK’ları ile 1,419 dernek temelli olarak kapatılmış ve malvarlıkları hazineye devir edilmiştir. TBMM’nin 15 Temmuz Darbe Girişimi raporuna göre bu derneklerden 1,326 tanesinin 69,926 üyesi, 81 otomobili ve 178 taşınmazı bulunmakta idi. Hazineye devir edilen bu varlıkların değerine dair bir rapor ve bilgiye ulaşılamamıştır.
VAKIFLAR: OHAL KHK’ları ile 145 vakıf temelli olarak kapatılmış ve malvarlıkları Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne (VGM) devir edilmiştir. TBMM’nin 15 Temmuz Darbe Girişimi raporuna göre bu vakıflara ait 2,214 taşınmaz VGM’ne devir edilmiştir. Ayni rapora göre, bu vakıflardan 123 tanesi 1,531 taşınmaz olmaz üzere 2,3 Milyar TL’lik (826 milyon USD, 23/07/2016 tarihi itibariyle) varlığa sahipti.
NAKIT VARLIKLAR: Dönemin Maliye Bakanı, Naci Ağbal’ın 2016 yılı Mayıs ayında yaptığı açıklamaya göre OHAL KHK’ları kapatılan tüzel kişilerin elinde bulunan 472 milyon TL (USD163.5 milyon, 23/07/2016 tarihi itibariyle) tutarındaki nakit para ve kambiyo senetleri Hazine’ye devir edilmiştir.
TBMM’nin 15 Temmuz Darbe Girişimi raporuna göre 213,696 taşınmazın tapu kayıtlarına Idare ve Yargı makamlarının talebi ile tedbir konulmuştur.
ÖZEL OKULLAR: OHAL KHK’ları ile (400,000 öğrenci kapasiteli) 138,000 öğrencinin eğitim görmekte olduğu 1,060 okul temelli olarak kapatılmış ve malvarlıkları Hazine’ye devir edilmiştir. Kamu İhale Kurumu ilanlarına göre 24 derslikli bir okulun yapımı ortalama 7.5 milyon TL’ye ihale edilmektedir. Bu veriden hareketle, kapatılan okulların değeri 7.95 Milyar TL (2.76 milyar USD, 23/07/2016 tarihi itibariyle) olarak tahmin edilebilecektir.
ÖGRENCI YURTLARI: TBMM’nin 15 Temmuz Darbe Girişimi raporuna göre OHAL KHK’ları ile 86,397 öğrenci kapasiteli 841 yurt kapatılmış ve malvarlıkları Hazine’ye devir edilmiştir. Kamu İhale Kurumu ilanlarına göre 1,000 öğrenci kapasiteli bir yurdun yapımı asgari 27 milyon TL’ye ihale edilmektedir. Bu veriden hareketle, kapatılan yurtların değeri 2.3 Milyar TL (806 milyon USD, 23/07/2016 tarihi itibariyle) olarak tahmin edilebilecektir.
MEDYA KURULUSLARI: OHAL KHK’ları 34 televizyon, 38 radyo, 73 gazete ve dergi, and 6 haber ajansı olmak üzere 151 medya kurulusu kapatılmış ve malvarlıkları Hazine’ye devir edilmiştir. Kapatılan medya kuruluşlarından iki televizyon, 2 gazete, 1 radyodan oluşan Ipek Medya Grubu’nun değeri Aralık 2015 itibariyle 250 milyon USD olarak hesaplanmıştır. 3 gazete, 1 haber sitesi, 2 tv kanalı ve 1 haber ajansından oluşan Doğan Medya’nın 2018 Mart ayında 1.1 milyar USD’ye satıldığı göz önüne alındığında kapatılmış olan 151 medya kurulusunun değerinin 1 milyar USD’den az olamayacağı değerlendirilmektedir.
HASTANE VE SAGLIK KURULUSLARI: 667 ve 689 sayılı KHK’lar ile 47 hastane, sağlık merkezi, poliklinik kapatılmış ve malvarlıkları Hazine’ye devir edilmiştir. Bu sağlık kurumlarından dokuz tanesinin yatak kapasitesi 2,052’dir. Is ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın 2016 yılı açıklamasına göre bu kurumlardan 21 tanesinin yıllık cirosu 400 milyon TL’dir. Kapatılan 47 sağlık kurumunun değeri 1.29 milyar dolar olarak değerlendirilmiştir.
ÖZEL SIRKETLER: Gümrük ve Ticaret Bakanlığı’nın TBMM’ye gönderdiği bilgi notuna göre TMSF’ye devir edilen 998 şirketin yanı sıra 1,075 şirket tamamen kapatılarak ticaret sicilinden terkin edilmiş ve malvarlıkları Hazine’ye devir edilmiştir
TMSF’ye devir edilen şirketlerin değeri 58.94 milyar TL (20.4 milyar USD, 23/07/2016 tarihi itibariyle) olarak açıklanırken kapatılıp malvarlıkları Hazine’ye devir edilen 1,075 şirketin değerine dair bir rapor ve bilgi bulunmamaktadır.
MÜSADERE EDILEN BINALAR: Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne devir edilen 2,214 taşınmazın yansıra (Maliye Bakanı, Naci Ağbal’ın açıklamasına göre) 4,351 taşınmaz da Hazine’ye devir edilmiş olup bunlardan 3,361 tanesi binadır. Bu binalar, ayni açıklamaya göre, 7.2 milyon m2 kapalı alana sahiptir. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın asgari maliyet sirküleri (IV. A, B, C, 915 TL /m2) dikkate alındığında bu binaların inşaat maliyeti 6.73 milyar TL (2.23 milyar USD, 23/07/2016 tarihi itibariyle) olarak tahmin edilebilecektir.
ÜNIVERSITELER: OHAL KHK’ları 15 üniversite ve onlara ait 7 hastane kapatılmış ve malvarlıkları Hazine’ye devir edilmiştir. Kapatılma günü itibariyle, 64,533 öğrencisi olan ve 2,808 akademisyenin çalıştığı üniversitelerin değeri hakkında bir rapor bulunmamaktadır. Bu üniversitelerden sekizinin değerinin 23/07/2016 tarihi itibariyle asgari 1.5 milyar USD olduğu değerlendirilmiştir.
SONUÇ
Rapor, adil yargılama prensiplerine uygun bir yargılama olmaksızın ve tazminat ödenmeksizin gerçekleştirilen bu el koyma işlemlerinin niteliği itibariyle müsadere olduğu ve bu işlemlerin;
Uluslararası Teamül Hukuku, BM İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi (md. 17) BM Medeni ve Siyasal Haklara İlişkin Sözleme (md.4), AIHS (md. 15), AIHS Ek.1 Protokol,
Anayasa, (md. 13-35-38-46-47), Türk Ceza Kanunu (md. 54), OHAL Kanunu ve Anayasa Mahkemesi içtihatlarına aykırı olduğunu açıklamaktadır.
Yildiz, Ali and Spencer, Leighann, The Erosion of Property Rights in Turkey (April 27, 2020). Available at SSRN: https://ssrn.com/abstract=3586084 or http://dx.doi.org/10.2139/ssrn.3586084
Pasaport veya vesika verilmesi yasak olan haller: (2)
Madde 22 – (Değişik: 28/5/1988- 3463/3 md.)
Yurt dışına çıkmaları, mahkemelerce yasaklananlara, memleketten ayrılmalarında genel güvenlik bakımından mahzur bulunduğu İçişleri Bakanlığınca tespit edilenlere ve terör örgütlerine aidiyeti, iltisakı veya irtibatı belirlenen yurtdışındaki her türlü eğitim, öğretim ve sağlık kuruluşları ile vakıf, dernek veya şirketlerin kurucu ve yöneticisi olduğu veya bu yerlerde çalıştığı İçişleri Bakanlığınca tespit edilenlere (…) (1) pasaport veya seyahat vesikası verilmez. (1) (2) (3)
(1) 4/6/2008 tarihli ve 5766 sayılı Kanunun 16 ncı maddesiyle; bu fıkrada yer alan ", vergiden borçlu olduğu pasaport vermeye yetkili makamlara bildirilenlere" ibaresi madde metninden çıkarılmıştır.
(2) 15/8/2016 tarihli ve 674 sayılı KHK’nin 23 üncü maddesiyle, bu maddenin birinci fıkrasına “İçişleri Bakanlığınca tespit edilenlere” ibaresinden sonra gelmek üzere “ve terör örgütlerine aidiyeti, iltisakı veya irtibatı belirlenen yurtdışındaki her türlü eğitim, öğretim ve sağlık kuruluşları ile vakıf, dernek veya şirketlerin kurucu ve yöneticisi olduğu veya bu yerlerde çalıştığı İçişleri Bakanlığınca tespit edilenlere” ibaresi eklenmiş olup, daha sonra bu hüküm 10/11/2016 tarihli ve 6758 sayılı Kanunun 23 üncü maddesiyle aynen kabul edilerek kanunlaşmıştır.
(3) 2/7/2018 tarihli ve 700 sayılı KHK’nin 23’üncü maddesiyle, bu fıkrada yer alan “İçişleri Bakanının teklifi ve Başbakanın” ibaresi “Cumhurbaşkanının” şeklinde değiştirilmiştir.
Pasaport Kanunu madde 22’de seyahat hürriyetine üç tür kısıtlama getirilmiştir. Bunlardan “Yurt dışına çıkmaları, mahkemelerce yasaklananlar’ dışındaki kısıtlamalar. Anayasa’nın 23. maddesine açıkça aykırıdır.
“Memleketten ayrılmalarında genel güvenlik bakımından mahzur bulunduğu İçişleri Bakanlığınca tespit edilenler” şeklindeki kısıtlama 2010 Anayasa değişikliğinden önceki tarihlidir ve Anayasa’nın 23. maddesinde 2010 yılında yapılan değişiklik karşısında mülgadır.
Öyle ki, Anayasa Mahkemesi iki ayrı kararında şöyle demiştir:
Seyahat hürriyetinin bir görünümü olan yurt dışına çıkma hürriyetinin düzenlendiği Anayasa’nın 23. maddesinin üçüncü fıkrası 7/5/2010 tarihli ve 5982 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının Bazı Maddelerinde Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun’la değiştirilmiş ve madde bugünkü şeklini almıştır. Söz konusu Anayasa değişikliğinin gerekçesinde “Maddede yapılan değişiklikle, idare tarafından, vatandaşın yurt dışına çıkma hürriyetinin sınırlandırılmasına son verilmekte; yurt dışına çıkma hürriyetinin, sadece suç soruşturması veya kovuşturması sebebiyle ve hâkim kararına bağlı olarak sınırlandırılabilmesi ilkesi benimsenmektedir” denilmek suretiyle vatandaşın yurt dışına çıkma hürriyetinin sınırlanmasında idareye herhangi bir takdir yetkisinin tanınmamasının ve sınırlamanın ancak hâkim kararı ile yapılabilmesinin amaçlandığı anlaşılmaktadır. (AYM, E.2018/81, K.2021/45, 24/06/2021, § 263)
Yurt dışına çıkma hürriyetinin düzenlendiği anılan fıkra 2010 yılında yapılan Anayasa değişikliği ile son hâlini almış ve fıkrada yurt dışına çıkma hürriyetinin ancak suç soruşturması veya kovuşturmasından dolayı sadece hâkim kararı ile sınırlanabileceği açıkça ifade edilmiştir. Söz konusu Anayasa değişikliğinin fıkraya ilişkin gerekçesinde de “Maddede yapılan değişiklikle, idare tarafından, vatandaşın yurt dışına çıkma hürriyetinin sınırlandırılmasına son verilmekte; yurt dışına çıkma hürriyetinin, sadece suç soruşturması veya kovuşturması sebebiyle ve hâkim kararına bağlı olarak sınırlandırılabilmesi ilkesi benimsenmektedir.” ifadelerine yer verilmiştir. (AYM, E.2019/114, K.2021/36, 03/06/2021, §40)
“… ve terör örgütlerine aidiyeti, iltisakı veya irtibatı belirlenen yurtdışındaki her türlü eğitim, öğretim ve sağlık kuruluşları ile vakıf, dernek veya şirketlerin kurucu ve yöneticisi olduğu veya bu yerlerde çalıştığı İçişleri Bakanlığınca tespit edilenlere” şeklindeki kısıtlama da Anayasa’ya aykırıdır. Zira, Anayasa Mahkemesi E.2018/81, K.2021/45, 24/06/2021 tarihli kararı (§266-267) ile KHK ile kamu görevinden çıkarılan kişilerin bir suç soruşturması ya da kovuşturması nedeniyle hâkim kararı şartına bağlı olmaksızın ilgili bakanlık ve kurumca yapılan bildirim üzerine pasaportlarının iptal edileceğine dair kuralı iptal etmiştir:
Dava konusu kurallarda ise kamu görevinden çıkarılan kişilerin bir suç soruşturması ya da kovuşturması nedeniyle hâkim kararı şartına bağlı olmaksızın ilgili bakanlık ve kurumca yapılan bildirim üzerine pasaportlarının iptal edileceği belirtilerek idari bir tasarrufla kişilerin yurtdışına çıkma hürriyetine sınırlama getirilmektedir.
Hâkim kararına dayanmaksızın kişilerin pasaportunun iptal edilmesine imkân tanıyan kurallar, olağan dönemde Anayasa’nın 23. maddesinin üçüncü fıkrasındaki seyahat özgürlüğü için öngörülen güvencelerle bağdaşmamaktadır.
Bu nedenlerle, Pasaport Kanunu madde 22’de yer alan idari tasarruf yoluyla kendisine pasaport verilmeyen kişiler açacakları iptal davalarında Anayasa’ya aykırılık itirazında bulunarak, Pasaport Kanunu madde 22’nin Anayasa Mahkemesi’ne taşınmasını sağlamalıdırlar.
Concerns
During the state of emergency rule declared after 2016’s coup attempt, Erdogan government largely abused its emergency powers. During 2016-2018, President Erdogan’s government enacted 32 emergency decrees comprising some 1200 articles that have led to over 1000 permanent amendments to national laws, most of those were with human rights implications and had no relevance to the emergency situation.
What is worse, after 2016, Turkish Constitutional Court of which two members were dismissed and arrested under an emergency Decree, by reversing its 25-years-old precedent said it cannot review state of emergency decrees, and and dismissed the actions for annulment that were lodged by the main opposition party against the emergency Decree laws.
Today therefore there is no checks on Erdogan government’s emergency powers which he could abuse during forthcoming election.
Constitution of Turkey stipulates Administration of State of Emergency as follows:
ARTICLE 119- (As amended on April 16, 2017; Act No. 6771) In the event of war, the emergence of a situation necessitating war, mobilization, an uprising, strong rebellious actions against the motherland and the Republic, widespread acts of violence of internal or external origin threatening the indivisibility of the country and the nation, emergence of widespread acts of violence aimed at the destruction of the Constitutional order or of fundamental rights and freedoms, serious deterioration of public order because of acts of violence, occurence of natural disasters, outbreak of dangerous epidemic diseases or emergence of a serious economic crisis; the President of the Republic may declare state of emergency in one region or nationwide for a period not exceeding six months. ... ... The financial, material and labour obligations to be imposed on citizens, the manner of restriction and temporary suspension of fundamental rights and freedoms in line with the principles of the Article 15, and the provisions to be applied and actions to be carried out in the event of state of emergency shall be regulated by law. In the event of a state of emergency, the President of the Republic may issue presidential decrees on matters necessitated by the state of emergency, notwithstanding the limitations set forth in the second sentence of the seventeenth paragraph of the Article 104. ...
The limits to the government’s emergency powers are set out in Article 15 of the Constitution. This allows for the “partial or total” suspension, “during the state of emergency”, of the exercise of fundamental rights and freedoms, but only “to the extent required by the exigencies of the situation”, and provided that “obligations under international law are not violated”. In other words, the suspension shall be proportional to the necessities that stem from the ongoing extraordinary situation. Pursuant to the same Article (Art. 15), even under the partial or total suspension of the exercise of fundamental rights and freedoms, the individual’s right to life, the integrity of his/her corporeal and spiritual existence shall be inviolable, except where death occurs through acts in conformity with the law of war; no one shall be compelled to reveal his/her religion, conscience, thought or opinion, nor to be accused on account of them; offences and penalties shall not be made retroactive; nor shall anyone be held guilty until so proven by a court ruling. https://ssrn.com/abstract=3567095
The Law on State of Emergencies stipulates the details of the administration of state of emergency:
Obligations and Measures to be Taken in Natural Disasters and Dangerous Epidemics Obligations Article 5 - In the event that a state of emergency is declared due to natural disasters and dangerous epidemics; the money and all kinds of movable and immovable goods and works to be done, which are needed for the rescue of the victims of the disaster and for the compensation of the damage and loss incurred and which cannot be provided immediately, shall be provided through money, goods and work obligations. Monetary obligations Article 6 - In case a state of emergency is declared due to natural disasters and dangerous epidemics, the necessary expenditures shall be provided primarily from public resources and aids. In the event that sufficient funds for the expenditure of urgent and vital necessities cannot be obtained from public resources in a timely manner, the facilities of credit institutions in the region shall be utilized. In the implementation of the monetary obligation, consideration shall be given to the non-disruption of the services and activities of the organizations. Obligation with regard to goods Article 7 - Public institutions and organizations and legal and natural persons within the region where a state of emergency has been declared due to natural disasters and dangerous epidemics shall be obliged to provide land, land, buildings, facilities, tools, equipment, food, medicine and medical supplies, clothing and other goods to be requested or obliged from them. ... ... Labor obligation Article 8 - All citizens between the ages of 18 and 60 in the regions where a state of emergency has been declared due to natural disasters and dangerous epidemics shall be obliged to perform the work assigned to them due to the state of emergency. ... ... The Law on State of Emergencies stipulates the measure that can be taken. This is an exhaustive list:Measures to be taken: Article 9 - In the event of a declaration of a state of emergency due to natural disasters and dangerous epidemics, the following measures may be taken, taking into account the issues requiring the declaration of a state of emergency: a) Prohibiting settlement in certain parts of the region, restricting entry to and exit from certain settlements, evacuating certain settlements or transferring them to other places, b) To suspend education in public and private education and training institutions at all levels and to close student dormitories temporarily or indefinitely, c) Supervising casinos, restaurants, pubs, taverns, taverns, discotheques, bars, dance halls, cinemas, theaters and similar places of entertainment, clubs and other game halls, hotels, motels, camping, holiday villages and similar accommodation facilities, determining and limiting the opening and closing times of these places, closing them when necessary and using these places according to the requirements of the state of emergency, d) Limiting or abolishing the annual leaves of the personnel in charge of the execution of emergency services in the region, e) To make use of all means and equipment of communication within the boundaries of the zone and, when necessary, to temporarily seize them for this purpose, f) Demolishing buildings that pose a danger; destroying movable and immovable property and foodstuffs and crops that are harmful to health, g) Controlling, restricting or, where necessary, prohibiting the import or export of certain foodstuffs, animal and animal feed and animal products outside or into the territory, h) To organize the distribution of essential items deemed necessary, i) Manufacture and sale of foodstuffs and goods and all kinds of fuels necessary for the feeding, heating, cleaning and lighting of the public, medicines, chemicals, tools and other things used in health protection, treatment and medicine, goods and materials used in construction, industry, transportation and agriculture, other goods, goods, tools, equipment and all kinds of materials necessary for the public, To take the necessary measures regarding the distribution, storage and trade of these goods, to seize and control these places when necessary, and to close the workplace for those who refrain from selling, hide, smuggle, sell at excessive prices, stop or slow down the production of these goods, taking into account the manner or nature of the act, unless it is vital for the location where the workplace is located, j) To take measures regarding land, sea and air traffic order, to register or prohibit the entry and exit of transportation vehicles to and from the region.
Mülteci ve koruma statüsü sahiplerine INTERPOL mekanizmalarının kötüye kullanılmasına karşı tanınan güvenceler
2017 yılında INTERPOL Genel Kurulu, mülteci veya koruma statüsü verilen bireylerle ilgili verilerin işlenmesine ilişkin bir karar kabul etmiştir.
Karar, mültecilerin haklarının korunması için yeterli ve etkili güvenceler sağlamayı amaçlamaktadır.
Mülteciler, INTERPOL’den kendileri hakkında zulüm görmekten korktukları ülke kaynaklı verilerin kaldırılmasını veya düzeltilmesini talep edebilirler. Bu talep üzerine ev sahibi ülkenin ilgili kişinin iltica ve korunma statüsünü teyit ettiğinde, INTERPOL kişinin zulüm görmekten korktuğu ülkeden gelen her türlü Bildirim veya Difüzyonu silecektir.
Avukat Ali Yıldız, bir Türk çiftin iltica başvurularını reddederek geldikleri Kosova’ya geri gönderme kararı alan İsviçre’ye karşı BM İşkenceye Karşı Komite nezdinde açtığı davayı kazandı. Şikâyetçilerin sınır dışı edilmesini önlemek için geçici tedbir kararı almış olan Komite, son oturumunda İsviçre makamlarının kararlarında hatalı olduğu sonucuna vardı.
İsviçre makamları, söz konusu kararı alırken, Kosova’nın şikayetçileri Türkiye’ye sınır dışı etmeme konusundaki diplomatik güvencesinin yeterli teminat sağladığı savıyla Kosova’nın Gülen hareketiyle bağlantılı kişiler için güvenli bir ülke olduğunu varsaymıştı.
Avukat Ali Yıldız ise şikayetçi adına, Kosova’nın uluslararası insan hakları sözleşmelerinin hiçbirine taraf olmadığını, Gülen hareketiyle bağlantılı altı Türk’ün Kosova’dan zorla geri gönderildiğini ve Türkiye’de hapsedildiğini, Türkiye’nin Kosova üzerinde büyük etkisi ve nüfuzu olduğunu savundu, Türkiye, Finlandiya ve İsveç tarafından Kosova’nın NATO üyeliği için imzalanan üçlü memorandumun, Gülen hareketiyle bağlantılı kişilerin sınır dışı edilmesinin Türkiye’nin uluslararası gündeminin en üst sıralarında yer aldığını gösterdiğini, Türk yetkililerin Gülen hareketinin yasaklanması halinde Türkiye’nin Kosova’nın NATO üyeliğini destekleyeceğini söylediklerini belirtmiştir.
BM İşkenceye Karşı Komite, Gülen hareketiyle ilişkili olduğu düşünülen şikayetçilerin “Türkiye’ye iade edilmeleri halinde kişisel, gerçek, mevcut ve öngörülebilir bir işkenceye maruz kalma riskiyle karşı karşıya kalacakları” sonucuna varmıştır. Komite ayrıca, “Kosova’nın İşkenceyi Önleme Sözleşmesi’ne taraf olmamasının ve bu nedenle Sözleşme’nin 3. maddesi uyarınca uluslararası hukuka göre (şikayetçiyi) işkenceye maruz kalma tehlikesi altında olacağı bir ülkeye geri göndermekten kaçınmakla yükümlü olmamasının ve Sözleşme’nin diğer hükümlerinden herhangi biriyle de bağlı olmamasının davanın esası bakımından önemli olduğunu” kaydetmiştir. Taraf Devlet’in “diplomatik güvence argümanı” ile ilgili olarak Komite, diplomatik güvencelerin geri göndermeme ilkesini zayıflatmak için bir boşluk olarak kullanılmaması gerektiğini belirtmiştir.
Komite ayrıca, “Türkiye Hükümeti’nin Kosova Hükümeti’ni Gülen Hareketi’ni yasadışı ilan etmeye çağırdığını” kaydetmiş ve “Kosova’nın Gülen Hareketi’ni bir terör örgütü olarak tanımlaması halinde, Kosova’nın davacılara verebileceği herhangi bir güvence veya olası mülteci statüsünün onları iade Türkiye’ye edilmekten koruyamayacağını” tespit etmiştir.
Komite daha sonra, Kosova tarafından İsviçre’ye davacıları sınır dışı etmeyeceği konusunda verilen güvencenin, şikayetçilerin Kosova’ya iade edilmeleri halinde Kosova’dan Türkiye’ye nakledilme konusunda gerçek bir riskle karşı karşıya kalacakları sonucunu ortadan kaldırmadığına karar vermiştir.
Komite son olarak, taraf Devlet’in başvurucuları Kosova’ya geri göndermesi halinde, başvurucuların Türkiye’ye zorla geri gönderilme ve işkenceye maruz kalma riskiyle karşı karşıya kalacakları için, Sözleşme’nin 3. maddesinin ihlal edilmiş olacağına ve bu nedenle taraf Devlet’in (İsviçre) başvurucuları Kosova’ya zorla geri göndermekten kaçınması gerektiğine karar vermiştir.
Avukat Ali Yıldız Ankara ve Brüksel barolarının üyesidir ve iade davaları, Interpol mekanizmalarının kötüye kullanımı (kaldırma, silme ve düzeltme talepleri) ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve BM insan hakları organlarına bireysel başvurular konusunda uzmanlaşmıştır.
Ali Yildiz has successfully defended a case before the UN Committee against Torture against Switzerland, which rejected the asylum applications of a Turkish couple and decided to return them to Kosovo, where they came from.
The Committee, which has already issued an interim measure to prevent the deportation of the complainants, concluded at its last session that the Swiss authorities erred in their decisions.
The Swiss authorities, in adopting the decision in question, assumed that Kosovo was a safe country for persons with links to the Gulen movement and stated that Kosovo’s diplomatic assurance not to deport the complainants to Turkey provided sufficient guarantees.
Ali Yildiz, on the other hand, argued on behalf of the complainant that Kosovo was not a party to any of the international human rights treaties, that six Turkish persons with links to the Gulen movement had been forcibly returned from Kosovo and imprisoned in Turkey, that Turkey had great influence and leverage over Kosovo, that the tripartite memorandum signed by Turkey, Finland and Sweden on the latter’s bid for NATO membership shows that the deportation of those linked to the Gulen movement is at the top of Turkey’s international agenda, that the Turkish officials said that Turkey would support Kosovo’s NATO membership if it banned the Gulen movement.
The UN Committee against Torture concluded that the complainants, who are perceived to be associated with the Gulen movement, “would face a personal, real, present and foreseeable risk of being subjected to torture if returned to Turkey”.
The Committee also noted that it was “relevant that Kosovo is not a party to the Convention and is therefore not bound under international law by Article 3 of the Convention to refrain from transferring (the complainants) to a country where he would be in danger of being subjected to torture, nor is it bound by any of the other provisions of the Convention”. With regard to the State party’s “diplomatic assurances argument”, the Committee stated that diplomatic assurances should not be used as a loophole to undermine the principle of non-refoulement.
The Committee further noted that “the Government of Turkey has urged the Government of Kosovo to outlaw the Gülen Movement” and observed that “if Kosovo designates the Gülen Movement as a terrorist organisation and asserts that its adherents consequently pose a “danger to the security of the country”, any assurance or possible refugee status that Kosovo may grant to the authors cannot protect them”.
The Committee then concluded that the assurance given by Kosovo to the Swiss against deportation or forcible transfer did not negate the conclusion that the complainants would face a real risk of being transferred from Kosovo to Turkey if they were returned to Kosovo.
The Committee finally decided that the State party’s possible removal of the authors to Kosovo – where they would face a real risk of being forcibly returned to Turkey and subjected to torture – would constitute a violation of article 3 of the Convention and that the State party must therefore refrain from forcibly returning the authors to Kosovo.
SUBAŞI ve digerleri v. TÜRKİYE
(Applications nos. 3468/20 and 18 others)
Okul yaşındaki cocuklarının kendilerini hafta sonu ziyaret etmesine ve onlarla hafta sonu telefon görüşmesi yapmalarına izin verilmeyen mahpusların şikayeti: AIHS md. 8 ihlal edilmiştir, başvurucu basına 1,500 euro manevi tazminat
63. … Bu bağlamda Mahkeme, ebeveyn ve çocuğun birbirlerinin arkadaşlığından karşılıklı olarak yararlanmasının aile yaşamının temel bir unsurunu oluşturduğunu ve bu tür bir yararlanmayı engelleyen yerel tedbirlerin 8. madde ile korunan hakka müdahale anlamına geldiğini yineler (bkz. Strand Lobben ve Diğerleri / Norveç [BD], no. 37283/13, § 202, 10 Eylül 2019). Bu nedenle, hafta sonu ziyaretlerinin yasaklanmasının, başvuranların aile hayatından yararlanmaları bakımından önemli bir dezavantaja yol açmadığı söylenemez.
77. Mahkeme’nin içtihadında da yer aldığı üzere, bir kişi tutuklandığında özgürlük hakkını kaybeder ancak aile hayatına saygı hakkı da dahil olmak üzere diğer tüm temel hak ve özgürlüklerden yararlanmaya devam eder, dolayısıyla bu haklara getirilecek herhangi bir kısıtlama her bir davada gerekçelendirilmelidir. Alıkoyma, kişinin aile hayatına doğal olarak sınırlamalar getirmektedir ve alıkonulan kişinin dış dünya ile temaslarının bir ölçüde kontrol edilmesi gerekmektedir ve bu durum kendi başına Sözleşme ile uyumsuz değildir. Bununla birlikte, yetkililerin tutuklunun yakın ailesiyle irtibatını sürdürmesini sağlaması veya gerekirse buna yardımcı olması, tutuklunun aile hayatına saygı gösterilmesi hakkının temel bir parçasıdır (bkz. Khoroshenko / Rusya [BD], no. 41418/04, §§ 116-17, AİHM 2015).
88. Mahkeme, aile ziyaretleri konusunda 8. maddenin Devletlerin mahpusun ve aile üyelerinin menfaatlerini dikkate almasını ve bunları geniş genellemeler açısından değil, özel duruma uygulanarak değerlendirmesini gerektirdiğini yineler.
90. Mahkeme, cezaevi yönetimlerinin haftalık ziyaret günlerini belirleme konusundaki takdir yetkilerini kullanırken, kararlarını mahkumlar ve onların çocuklarıyla olan ilişkilerinden ziyade, yalnızca cezaevlerinin kapasitesiyle ilgili hususlara dayanarak verdiklerini gözlemlemektedir. Ziyaretlerin hafta içi ve mesai saatleri ile sınırlandırılmasının, ziyaretçi sayısını azaltmayı ve böylece yetkililerin ziyaretleri yönetmesini kolaylaştırmayı amaçladığı anlaşılmaktadır.
105. Mahkeme, 8. maddenin mahkûmların telefonlara erişimini sağlamaya yönelik genel bir yükümlülük getirdiği şeklinde yorumlanamasa da, Türk hukuku uyarınca başvuranların telefon görüşmesi yapma hakkı bulunduğundan, hafta sonları çocuklarıyla telefon görüşmesi yapmak için bu hakkın kullanılmasına yönelik herhangi bir sınırlamanın “özel ve aile yaşamlarına” ve “yazışmalarına” müdahale olarak görülmesi gerektiğini yinelemektedir (bkz. mutatis mutandis, Lebois, yukarıda anılan, § 64, ve Ciupercescu / Romanya (no. Romanya (no. 3), no. 41995/14 ve 50276/15, §§ 107-08, 7 Ocak 2020).
108. …. Mahkeme, cezaevi yönetimlerinin hafta sonları telefon görüşmelerini yasaklama kararlarının, mahkumların ihtiyaçlarına ilişkin herhangi bir somut değerlendirme yapılmaksızın veya mahkumların çocuklarıyla iletişim kurmalarını kolaylaştırma konusunda Devletin pozitif yükümlülükleri dikkate alınmaksızın, çok genel terimlerle formüle edildiğini kaydetmektedir. Bu nedenle, hafta sonu ziyaretlerine ilişkin yukarıdaki bulgular, telefon görüşmelerine getirilen kısıtlamalar için de aynı şekilde geçerlidir. … Dolayısıyla Mahkeme, ulusal makamların başvuranların Sözleşme’ye ilişkin şikâyetleriyle yüzeysel bir şekilde ilgilendiğini ve onları aile yaşamları ve yazışmalarıyla ilgili olarak Sözleşme’nin 8. maddesinde yer alan usuli güvencelerden mahrum bıraktığını kaydetmektedir.
109. Dolayısıyla, hafta sonları telefon görüşmelerine getirilen kısıtlamalar nedeniyle Sözleşme’nin 8. maddesi ihlal edilmiştir.
CEROVŠEK ve BOŽIČNIK v. SLOVENIA (68939/12 and 68949/12), 7 Mart 2017
(Kararların gerekçelerinin, yani mahkumiyet ve ceza kararlarının, kararı veren hakim tarafından değil, duruşmaya katılmamış olan başka hakimler tarafından yazılmış olmasının adil yargılanma hakkını ihlal edip etmediğini belirlemesi istenmektedir.)
.45. Mahkeme, bazı davalarda bir hâkimin davaya devam etmesini imkânsız kılan idari veya usule ilişkin faktörlerin olabileceğini takdir etmektedir (bkz. yukarıda anılan Cutean, § 61, ve Mellors/Birleşik Krallık (dec.), no. 57836/00, 30 Ocak 2003). Ancak, ilk olarak, yukarıdaki paragrafta yer alan değerlendirmelerden, mevcut davada bu tür faktörlerin ortaya çıkmadığını belirtmektedir. İkinci olarak, bu faktörler ortaya çıkmış olsaydı bile, Hakim A.K.’nin başvuranların mahkumiyetini haklı gösterecek gerekçeler sunamamasını telafi etmenin tek yolu, örneğin ikinci derece mahkemesinin davaları yeni bir duruşma için ilk derece mahkemesine göndermesi gibi, yeniden yargılama kararı vermek olurdu (bkz. yukarıdaki 26. paragraf). Bunun nedeni, Yargıç A.K. emekli olduğunda kararların çoktan açıklanmış olması ve başvuranların ifadelerinin ve tanık beyanlarının ilgili delilleri oluşturmasıdır (bkz. yukarıdaki 40 ila 43. paragraflar).
17-6-2022 tarihli C.20.0448.F sayılı kararında Yargıtay, Belçika Vatandaşlık Kanunu (VK) ve 14/01/2013 tarihli Kraliyet Kararnamesinde sayılan kişiye özgü ağır olgular listesinin sınırlı sayıda ilkesine tabi olduğuna hükmetmiştir. Mahkemenin bu kararı, örneğin trafik cezalarına dayalı ret kararlarına durumlara son vermektedir.
Vatandaşlık Kanunu’nun 15. maddesinin 3. fıkrasının 1. paragrafı, vatandaşlığın kazanılmasını engelleyen kişiye özgü ağır olguların bulunması halinde, savcının hem vatandaşlık beyanı hem de vatandaşlığa kabul başvurusu hakkında olumsuz görüş bildirebileceğini öngörmektedir.
Bu ağır olgular VK’da sıralanmış ve aynı zamanda ciddi olgular listesine kraliyet kararnamesi (RD) ile ekleme yapılabileceğini de öngörmüştür. Bu ekleme, 14 Ocak 2013 tarihli RD’nin 2. maddesinde yapılmıştır. Bunlar arasında, Devlet Güvenliği bakımından tehlikeli olarak kabul edilen bir hareketin veya örgütün destekçisi olmak, kimliğini veya ana ikametgahını doğrulayamamak veya hapis cezası çekmeyi gerektiren için cezai mahkûmiyet yer almaktadır.
Yargıtay şimdi, WBN ve RD’de sıralanan ciddi olgular listesinin sınırlı sayıda ilkesine tabi olduğuna karar vermiştir. Dolayısıyla savcı, vatandaşlık talebi hakkında olumsuz görüş bildirmek için WBN ve RD’de yer almayan olguları “kişiye özgü ağır olgular” olarak değerlendiremez.
Yasa koyucu, kendisinin hazırladığı ciddi kişisel eylemler listesini tamamlama görevini Kral’a vererek, bu listenin ve Kral’ın hazırlayacağı listenin, istek sahibinin Belçika vatandaşlığını kazanması konusunda savcının olumsuz görüşünü haklı çıkarabilecek ciddi kişisel eylemlerin (listesinin) kısıtlayıcı (sınırlı) bir sıralamasını oluşturmasını amaçlamıştır.
Mahkemenin bu kararı konuya açıklık getirmektedir. Uygulamada, trafik cezaları gibi küçük suçlar bazen ‘kişiye özgü ağır olgular’ olarak değerlendirilmekte ve Belçika vatandaşlığının reddedilmesine yol açmaktaydı. Bu artık mümkün değildir.
Commission for the Control of INTERPOL’s Files (CCF) published its 2021 activity report.
CCF’s functions are laid down in Article 36 of INTERPOL’s Constitution and in Article 3 of the Commission’s Statute. It consists of two chambers namely (i) the Supervisory and Advisory Chamber, and (ii) the Requests Chamber. The Requests Chamber is responsible for processing requests for access to data, and/or for the correction or deletion of data processed in the Interpol Information System.
CCF’s modus operandi
The CCF of INTERPOL holds four sessions every year: In January, April, June/July and October, though there could be changes in its calendar.
When removal or correction or access to the (personal) data request is submitted, the CCF first makes an admissibility examination. The applicant or his/her representative is informed about the outcome of the admissibility examination. It should be done no later than one month from the receipt of the concerned request.
From 2018 on, The CCF is required to render a decision within 9 months on removal requests, and within 4 months on access to data requests. These periods began on the date of the admissibility decision.
According to the report, in 2021, the CCF finalised the processing of 1,597 cases:
Of finalised 1,597 cases,
According to the report, of the 651 complaints processed in 2021, 478 concerned admissible requests from applicants who were the subjects of data recorded in INTERPOL’s files.
In 133 complaints, the CCF established that the data challenged met the required legal conditions for their retention in INTERPOL’s files and were therefore considered compliant. On the other hand, in 296 cases, the Commission established that the challenged data did not meet legal requirements and should therefore be deleted from INTERPOL’s files as they did not comply with INTERPOL’s rules. In 50 cases, data were deleted because their sources did not answer at all to the questions raised by the Commission. In 49 other cases, either the INTERPOL General Secretariat or the National Central Bureau at the source of the challenged data decided to delete them from the INTERPOL Information System before the Commission had taken a decision.
Provisional measures
In 311 of the admissible complaints, access to data recorded in INTERPOL’s files concerning the applicants was blocked as a precautionary measure, pending the finalisation of the cases, from the moment serious doubts arose over their compliance with INTERPOL’s rules.